
İnsanlar ikiye ayrılır. Çalışırken müzik dinleyebilenler ve dinleyemeyenler. Kimi çıt çıkmasın ister, kimi mutlak sessizlikte nefes bile alamaz, sıkıntıdan patlar. İlla ya televizyon açık olacak ya radyo. Ya da fonda bir şeyler çalacak.
“Çalışırken çıt çıkmayacak”çıları tanırım. Müzik dinlerken başka bir şey yapmayı müziğe saygısızlık addederler. “Ben müzik dinlerken başka bir şey yapamıyorum ki, bütün notaları hissetmem lazım ama benim” derler. Ve ardından şu gelir: “Şimdi şunu kapatabilir miyiz?”
Ne bütün müzikler her notasını duymak isteyeceğimiz kadar iyi
ne de buna zaman var. Ayrıca hepsinin yeri ayrı. Biz de oturup gözümüzü kapatarak müzik dinleyebiliyoruz. Hatta nota nota bile hissediyoruz. Diğerine engel değil ki.
(Bence bunu söyleyenler aslında fazla kibirli. Karşılarındakini ezmek için “müzik dinlerken başka bir şey yapamıyorum” kartını çıkarıyorlar. Aramızda kalsın.)
Kişisel çalışma tarihimden kısa notlar
Ben lisedeyken heavy metal ya da hard rock dinleyerek ders çalışırdım ama bu tamamen benim sorunum. Çünkü müzik dinlemekten çok “cool” olmaya çalışıyordum ve odamda en “cool” olduğum anlarda annem kapıyı aralayıp “yemek hazır” deyince dünyam başıma yıkılıyordu. Ben o müzikleri ders çalışılacak cool ortamımı yaratmak için kullanıyordum. Salonda portakal soyarak televizyona bakan ebeveyniniz olduğu fikrinden bir an için uzaklaşınca başka bir âleme ışınlanıyor ve orada ders bile çalışabiliyordunuz.
Üniversitede kendimi kitaplara ve müzik dinlemeye adamıştım. Saatlerce caz ve klasik dinler, tuğla gibi postmodernizm kitaplarını, sosyoloji tarihini hatta karşılaştırmalı anayasa hukukunu altını çize çize okur, ara sıra başımı kaldırıp pencereye doğru uzaklara bakardım. Bu da bekar evimizde bir “şekilli ortam” yaratma çabasıydı. Ara sıra odaya lap diye biri dalar “Evde bir şey yok, ikişer sosisli çakalımmı karşıdan” diyerek bu ortamımı sabote ederdi ama müzikle oluşan şekilli ortamların gücü adına etkilenmezdim.
“Kulaklığın yeniden keşfi” dönemi!
Müziksiz çalıştığımı hatırlamıyorum. Çünkü amaç olabilecek en hızlı şekilde elimdeki kitabı yutmak değildi. Bu bir yolculuktu ve tadını çıkarıyordum. Bunun gibi klişe halleri severdim. Hâlâ de severim klişeleri, o ayrı.
Sonra gazetede ve dergilerde açık ofis ortamına girince “kulaklığın yeniden keşfi” şeklinde bir aydınlanma yaşadım. Orada kulaklığınız yoksa bir hiçsiniz.
Her şey aceledir. Her gelen bir şey söyler, bir şey sorar, insanlar koşuşturur, söylenir. Ve sizi konuştururlar.
Bu ortamda kulaklığı takıp biraz rock dinlemenin, elektronik müziğin ya da yüzeysel popun hiçbir sakıncası olmaz (üstelik her notayı duyuyor insan kulaklıkla).
İtiraf ediyorum şimdilerde her zamankinden çok müzik dinliyorum çalışırken. Her şeyi dinliyorum. Özellikle yeni müzikleri, yeni albümleri. Öyle şekilli ortamlarım pek yok çünkü müzik dinlemek işim oldu. Yani işimi yaparken fonda müzik dinleyemiyorum. Çünkü zaten müzik dinliyorum. Yani anlatabiliyor muyum? İşimin bu kısmını hiç sevmiyorum ben.
Ama kitap okurken, yazı yazarken, gazete-dergi karıştırırken, internette dolanırken, harita incelerken (evet harita incelemek şeklinde bir zevkim var, özellikle denizci haritaları) yani bunları “çalışmak” kabul edersek, müzik dinliyorum. Gayet de konsantre olabiliyorum. Derin düşüncelere bile daldım birkaç kere.

Mehmet Tez
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder